Bir
güreş sırasında bir seyirci pehlivanlardan birine “Ayağından tutsana,
ayağından!” diye bağırınca pehlivan dönmüş ve demiş ki “Kolaysa sen tut!”
Osmanlı
padişahı Sultan Selim devletin selameti için savaş hazırlıkları yaparken veziri
ısrarla seferin nereye yapılacağını sorunca Yavuz Sultan Selim vezirine “Sen
sır tutmayı bilir misin?” diye sorunca Vezir “tabi ki padişahım” deyince Yavuz
Sultan Selim de “Ben de bilirim” demiş.
Devlet
ihalesine giren bir firmalar elenir ve seçim yapılması gereken iki firma kalır.
Birinci firma çok güzel bir konuşma
yapar. İhale verecek kişiler birinci firma çok güzel şeyler anlattı. Siz ne
yapacaksınız deyince İkinci firma “Efendim O firma güzel söz söyler, biz ise
iyi iş yaparız. İsterseniz o firmanın güzel söylerini dinleyin. İsterseniz
bizim gibi iyi iş yapan firmayı seçin der.”
Damat
İbrahim Paşa bir gün şair Nedim’e sorar: “Dünyanın en büyük cihangiri kimdir?”
Nedim’in cevabı enteresandır. “En çok gönül fetheden kimse, en büyük cihangir
odur paşam!”
Çok
yüksek bir mevkide yakın arkadaşlarından biri “Gerçek dostlarınız kimler?” diye
sorulduğunda, “Şimdi bilemem çünkü yüksek bir mevkideyim. Gerçek dostlar
ihtiyaç halinde ve sıkıntıda belli olurlar.” Der.
Tanınmış
kişilerden Sakallı Celal, arkadaşları sorumsuz birini sorduklarında onun için “Çivi
gibi” der. Arkadaşları bu sözü garipserler. Celal bu durumu açıklama ihtiyacı
duyar. “Çivi gibi derken onun demir gibi sağlam olduğundan bahsetmedim. Çivi
deyince onun kafasına vurulmadan vazifesini yapmadığını söyledim” der.
Ünlü
Alman politikacı Prens Bismark bir gün harpte kahramanlık yapan askere madalya
takarken sorar: “Yüz altın mı istersin, yoksa madalyayı mı?” Asker sorar: “Madalyanın
değeri nedir?” Prens Bismark cevap verir: “3 altın eder.” Akıllı asker cevap
verir: “O zaman 97 altın 1 madalya isterim!”
Ünlü
müzisyen Mozart’a bir gün genç bir müzisyen yaklaşır ve sorar “Senfoni nasıl
yazılır?” Mozart bu söz üzerine “Neden önce basit şarkılarla başlamıyorsun”
der. Gençte “Fakat siz 10 yaşındayken senfoniler yazdınız?” Mozart bunu
duyunca; “Evet ama ben senfoninin nasıl yazılacağını birine sormadım ki?”
Şirketin
başına yeni bir müdür getirilince orada çalışan 30 yıllık eleman isyan eder.
Bunun üzerine şirketin müdürü şu cevabı verir. “ Sizin gerçekte 30 yıllık
tecrübeniz yok, 1 yıllık tecrübeyi 30 yılda alabildiniz.”
Sakallı
Celal yanına gelen ve tahsiliyle övünen cahil kılıklı bir adam yanına gelince “bakın
şu şu tahsilleri aldım deyince” Celal; "Evet, cehaletin bu kadarı ancak
tahsille olabilirdi." Der.
Yıllar
sonra Mahir İz'le Kadıköy vapurunda karşılaşırlar. Mahir Bey sorar:
-"İşte
beğenmediğin Osmanlı da gitti ama seni huzura ermiş göremedim. Neden hala
muhalifsin?” diye söyleyince Sakallı Celal;
-“Tiyatroyu
bilirsin. Zil çalar, perde açılır. Yatakta yatan bir hasta ve beyaz gömlekli
bir doktor görürsün. Evet, doktor hastanın nabzına bakar, reçete yazar ama bu
bir oyundur. Adamlar rol yapar abi. Hani bizim "Yaşasın Cumhuriyet"
diye bağırdığımız gibi...”
-Peki,
ne olacak bu memleketin hali?
-Valla.
Tanzimat ilan ettik olmadı, Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet ilan ettik
yine olmadı. Sanırım "ciddiyet" ilan etmenin zamanı geldi.
-Böyle
konuşmaktan korkmuyor musun?
-Zaten
bu ülke konuşmaktan battı, varsın Celal de ondan batsın...
Sokrates
eşiyle hiç geçinemezmiş. Bir gün eşi Sokrates’le yine başlamış söylenmeye,
ağzına geleni saydırmış ancak bakmış kocası Sokrates’ten hiçbir cevap yok. Bu
sefer almış bir kova suyu başından aşağı boşaltmış. Bunun üzerine Sokrates;
“Bu kadar gök gürültüsünden sonra bir sağanak
bekliyordum.” Demiş.
Bernard Show ve Churchill birbirleriyle
devamlı atışırlarmış. Bir gün Bernard Shaw, Churchill’i davet etmiş. “Size iki
kişilik davetiye veriyorum. Tabi getirebilecek bir dostunuz varsa.” Bunun
üzerine Bernard Shaw cevap göndermiş; “Maalesef o gün doluyum. Ancak 2. Gün gelebilirim
tabi oyununuz ikinci günde oynarsa…”
Eflatun bir gün öğrencisini kumar
oynarken yakalar. Öğrencisi “Ama çok ufak bir miktar oynuyorum” deyince Eflatun
“Ben senin kaybettiğin paran için değil, kaybettiğin zamanın için üzülüyorum”
demiştir.
Yaşayışı ve felsefesiyle ünlü dünya nimetlerine fazla önem vermeyen Diyojen bir gün dar bir köprüden geçerken karşıdan da kibirli zengin bir adam da gelmektedir. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değilmiş. Bunun üzerine kibirli adam, “Ben senin gibi bir serseriye yol vermem” deyince Diyojen “Ben veririm.” Demiştir.
Ünlü
Galileo Galilei’nin kulakları biraz büyüktür. Bir davette iken yanına yaklaşan adam
“Efendim kulaklarınız bir insan için fazla büyük değil mi?” diye sorunca
Galileo “Evet benim kulaklarım bir insan için büyük fakat sizinkilerde bir eşek
için fazla küçük değil mi?” diye cevap verir.
Ünlü
filozafa sormuşlar; “Efendim şansa inanır mısınız?” diye sorunca filozof “Evet,
yoksa sevmediğim insanların başarısını neye bağlarım” demiş.
Bir
gün şemsiye tamircisi ünlü Sheaksper’a yaptığı denemeleri göndermiş. Bunun
üzerine inceleyen Sheaksper hemen cevap göndermiş; “Efendim siz şemsiye yapın,
devamlı şemsiye yapın, hep şemsiye yapın.”
Ünlü Sokrat idama mahkum edilmiş. Bunun
üzerine çok ağlayan, üzülen karısı; “Seni haksız yere idam edecekler” deyince,
Sokrat “Ne yani bir de haklı yere mi öldürülseydim” demiş.
Aslan,
kurt ve tilki arkadaş olup avlanmaya çıkarlar. Günün sonunda, bir geyik, bir
keçi ve bir de tavşan avlarlar. Aslan, kurda dönerek; “Hadi bakalım! Şu
hayvanları paylaştır da karnımızı doyuralım.”
Kurt
ezile büzüle; “Ey büyük sultanım! Şu geyiği siz buyurun, keçiyle ben idare
ederim, bu tavşanla da tilki idare eder.” Aslan kurda tamam mı, bitti mi? der.
Kurt evet deyince, aslan kızarak pençesini öyle bir vurur ki, kurt param parça
olur.
Sonra
aslan tilkiye, “Bir de sen paylaştır, ben kurdun paylaştırmasını sevmedim.”
der. Tilki titreyerek bir kurda bakar, bir yiyeceklere bakar ve der ki;
“Efendim, siz çok yoruldunuz ilk önce sabah kahvaltısı olarak geyiği yiyin.
İstirahat ettikten sonra da öğlen yemeğinde keçiyi yersiniz. Akşama doğru da
tavşanı yersiniz.”
Aslan
bu paylaştırmadan çok hoşlanır ve tilkiye, “Bu kadar adil bir paylaştırmayı
nereden öğrendin?” diye sorar.
Tilki
de; “Haşmetli Sultanım! Şu haddini bilmez, akılsız kurttan öğrendim.”
Üç
çocuk babalarından hangisinin daha mükemmel olduğunu tartışırlar. Birinci
çocuk, “Benim babam okçudur. Önce oku atar ve ok hedefe varmadan koşarak
kendisi hedefe yetişir.”deyince,
İkinci
çocuk: “O da bir şey mi? Benim babam avcıdır. Silahını ateşler ve mermi
hedefine varmadan koşarak kendisi hedefe varır”
Üçüncü
çocuk: “Bunlarda bir şey mi, ikinizin de babası benimkini geçemez. Benim babam
memurdur. Mesaisi saat beşte biter, ama babam saat üç buçukta evdedir.
İki
tavuk aralarında konuşuyorlar. Tavuklardan birisi, arkadaşına “Ben senden daha
önemliyim, senden daha cinsim. Benim yumurtalarım senin yumurtalarından daha
büyük”der.
Diğer
tavuk, “Söylediğin şeylerin ne önemi var ki” deyince, cins tavuk, “Benim
yumurtalarımın tanesi 98 YTL’den satılırken, senin yumurtaların 94 YTL’den
satılıyor!”
Diğer
tavuk “Arkadaşım! Bu kadar fark için zorlamaya değmez!”der.
Çok
konuşmalarıyla herkesin rahatsız olduğu bir adam, bir gün rüya görür. Âlim bir
zâtın yanına giderek; “Efendim, rüyamda Hızır(a.s.)’ın ağzıma tükürdüğünü
gördüm, Bu rüyam neye işaret ediyor?
Âlim
zât bu kişinin çok konuşmasıyla insanları rahatsız ettiğini bilmektedir.
Rüyasını şöyle yorumlar; “Neye işaret ettiğini bilmiyorum, ama muhtemelen
suratına tükürecekti, ama ağzın her zaman ki gibi açık olduğu için ağzına
isabet etmiştir.”
Geniş
bir aileydi. Aile fertleri bir akşam çocuklarının büyüyünce ne olmak istediğini
anlamak için toplandılar. Bir masanın üzerine kitap, cüzdan, kaset ve top
koydular. Çocuk kitabı alırsa yazar, cüzdan alırsa esnaf, kaseti alırsa şarkıcı
ve topu alırsa sporcu olacaktı. Aile aralarında anlaştıktan sonra çocuklarını
çağırdılar. Çocuk masanın üzerinde bulunanlara baktıktan sonra hepsini poşete
doldurup, götürür. Aile fertleri böyle bir sonuçla karşılaşacaklarını hesap
edememişlerdi. Hep bir ağızdan, “Bizim çocuk büyüyünce politikacı olacak!”
demekten kendilerini alamazlar.
Sahabelerden
biri, Hz. Ebubekir(r.a.)'e “Çok günahlarım var, bana dua eder misiniz? Deyince,
Hz. Ebubekir(r.a.) “Ya Rabbi! Bir günahkâr, diğer bir günahkârdan dua istiyor.
İkisini de affeyle.”
Bir
gün fareler başlarına musallat olan kediden kurtulmak için toplantı yaparlar.
Toplantıda kediden kurtulma ile ilgili pek çok fikirler söylenir. Fareler kendi
aralarında epey tartışırlar. Toplantıdan çözüm ile ilgili bir fikir çıkmaz.
Genç bir fare, kedinin boynuna çan asarsak bu kedinin şerrinden kurtuluruz,
der. Kedinin boynundaki çan ses çıkaracağı için fareler kurtulacaklardır. Genç
farenin bu teklifi fareler tarafından güzel karşılanır. Köşede oturan yaşlı bir
fare ‘çan asma’ fikrinin çok güzel olduğunu, başarıya ulaşacağından da endişesi
olmadığını belirttikten sonra, kafasını bir sorunun kurcaladığını söyler.
“Kedinin boynuna çanı kim asacak?”
Yaşlı
bir aslan, bazı hayvanları yanına çağırarak nefesinin kokup kokmadığını
soracaktır. İlk önce koyunu çağırır ve koyuna nefesim kokuyor mu? diye sorar.
Koyun ‘kokuyor’deyince, aslan koyuna bir pençe atarak, parçalar. Aslan, kurda
sorar. Kurt korkudan ‘kokmaz’der, ancak aslan inandırıcı bulmadığı için kurdu
da parçalar. Sıra tilkiye gelmiştir. Aslan, tilkiye nefesim kokuyor mu?
dediğinde, tilki, “Efendim, bu sorunuza cevap verememenin üzgünlüğü var
üzerimde. Üşütmüşüm, o yüzden burnum koku almıyor.”
Bir
bilgeye, “Dünyada en çok kimi seviyorsunuz?” diye sorarlar. Bilge, “Terzimi
severim” der. Dünyada o kadar çok sevecek insan varken neden terzi?
dediklerinde, bilge; “İnsanlar benim hakkımda bir kez karar verirler , beni hep
o kararla değerlendirirler. Terzim ise her gittiğimde ölçümü yeniden alır.”
Zalimliği
ile ünlü bir kral, kölelerine yeni aldığı bağa üzüm kütüklerini bir an önce
dikmelerini ister. Kölelerin dinlenmelerine bile müsaade etmez. Kölelerden
birisi çalışmaktan bitkin düşer ve zalim krala, “Niye bu kadar acele ettiğinizi
anlamıyorum, zaten bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı içemeyeceksiniz! Der.
Bir
gün üzümler yetişip, şaraplar yapıldıktan sonra kral köleler dâhil herkesin
toplanmasını ister. Topluluğun karşısında kendisine bağının üzümlerinden
yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini ister. Şarap getirilirken, kendisine
bu bağın üzümlerinin şarabından içemeyeceğini söyleyen köleyi de huzuruna
çağırtır. Şarap bardağını eline alır ve köleye, “Benim bu şaraptan
içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin?” diye sorar.
Köle;
“Efendim, içebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe
çok uzun olduğu için bu arada başınıza neler gelebileceğini bilemem!” der.
Köle
sözünü bitirir bitirmez kralın adamlarından birisi bahçeye domuz girdiğini her
tarafı perişan ettiğini söyler. Kral elindeki bardağı masaya bırakır,
sinirlenerek bahçeye koşturur. Domuzu çıkarmak için epey mücadele verir, ancak
yaban domuzu dişleriyle kralın karnını yarar ve kral orada ölür. Böylece kral
bahçede, bardak masada kalır.
Atalarımız,
“Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den, Nasip değil ise ne gelir elden?” sözünü
boşuna söylememişler.
Mevlana
Hazretleri, bir gün medresesinde ders verirken talebelerine: “Allah (c.c.)
Kur'ân-ı Mecid'inde, en çirkin ses eşeğin sesidir.” buyuruyor. “O kadar
hayvanın içerisinde eşeğin seçilmesindeki hikmeti nedir?” diye sordu.
Talebeleri,
bu meselenin açıklamasını kendisine rica ettiler.
Mevlana:
“Her hayvanın kendisine mahsus bir zikri, tesbihi, iniltisi vardır. Mesela
devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin
vızıltısı, arıların uğultusu onların zikirleridir. İnsanların tesbihi ve zikri
olduğu gibi gökteki meleklerin de vardır. Hâlbuki biçare eşek sadece iki
vakitte anırır. Birisi, cinsi yakınlık istediğinde, diğeri acıktığında. Demek
ki eşek, şehvetinin ve boğazının esiridir. Gönlünde Allah'a ait bir dava, bir
sevda bulunmayan, sadece midesini ve şehvetini düşünen birisinin sesi Allah
katında eşek sesi gibidir veya daha aşağıdır.”
Hayvandan
daha aşağı ayetinin tokadı da her halde böyle olan insanların suratına
inmektedir. İnsan hayatı; midesi, arzuları, zevkleri, sadece beşeri dertleri
için yaşarsa; hayatında hiçbir ulvî gaye olmazsa, onun çıkardığı bütün sesler böyle
bir akıbetin habercisidir.
Mevlana,
makam münasebeti ile bu dersi verirken, bir başka yerde de insana bu kadar
hizmeti olan eşeğe eziyet edilmemesini, her mahlukun yemek ve şehevi istek
mevzuunda müşterek olduğunu anlatır. “Eğer, bu hayvan bu sebeple hakir
görülürse, bu hisleri taşıyan her mahluk hakir görülmelidir.” der.
Mevlana
Hazretleri, eşeğin o hallerinden, "İnsanlar böyle olmamalı." manasına
bir ders çıkarmış, eşeği levm(kınama) etmemiştir. Yoksa o fıtratının gereğini
yerine getirmektedir.
Bir
gün eski semeri alan kervancı semer ustasının dükkânına gelerek eski semeri bu dükkândan
almıştım, ancak devenin sırtını vurup yara yaptığı için başka bir semerle
değiştirmek istediğini söyler. Semer ustası sevinçle ‘olur’ diyerek semeri
değiştirir. Kervancı gider gitmez eski semerin içine bakar altınların yerinde
olduğunu görür ve kendi kendine “Allah(c.c)’ın nasip ettiği helal kazancı
sahibinin rızası olmadan kim yiyebilir ki?” diye söylenir. Usta bugünden sonra
yaptığı semerler için her çivi çaktığında “Geldi demek olmaz” demeyi alışkanlık
haline getirir.
Büyük
Allah dostlarından biri, uzun bir yolculuktan yorgun argın döndükten sonra
terli ve kirli olduğunu da bildiğinden yıkanmak için hamama gider. Allah
dostunu hamamda yıkayan tellak görgüsü kıt birisidir. Tellak keseleme işine
başlar. Keseye dolan kirleri de, “Ne kadar kirlenmişsin!” dercesine mübarek
zâtın önüne yığıyor. Tellak keseleme işini yaparken etrafından keselediği
kişinin ilim sahibi birisi olduğunu öğrenir. Tellak; “Efendim, öğrendiğime göre
siz ilim sahibi derin bir hocaymışsınız, mertliğin ne demek olduğunu benim
anlayabileceğim şekilde açıklayabilir misiz?”der.
Allah
Dostu, “Mertlik; kimsenin ayıp ve kusurlarını yüzüne vurmamak, kirlerini
kendisine göstermemektir. Diyerek görgü ve nezaketten haberi olmayan tellaka
incelik dersi verir.
Zamanın
birinde bir çiftlikte iki kardeş yaşarmış. Büyük kardeş çiftliğin sahibi ve
köyün ağasıymış. Çok zengin olduğu için zenginliği dillerde dolaşır olmuş.
Küçük
kardeş ise abisinin çiftliğinde karın tokluğuna kar kış, sıcak soğuk demeden
bütün sıkıntılara rağmen çalışıyormuş. Bir yaz günü sıcakta çalışmaktan yorulan
küçük kardeş ağaç altında uyuya kalmış.
Biraz
sonra ağacın altına gelen ağabeyi kızarak çizmesiyle dürter ve, “Ben sana
boşuna mı para ödüyorum, kalkıp çalışsana” demiş.
Küçük
kardeş uyku sersemliği ile bir şey anlayamayınca, “Ağabey, çok güzel bir rüya
görüyordum. Rüyamda çok büyük bir çiftliğimin, birçok atlarımın, uçsuz bucaksız
tarlalarımın, sayısız işçilerimin olduğunu görüyordum. Uyandırmasaydın da biraz
daha tadını çıkartsaydım” demiş.
Ağabeyi,
“Sen bunları ancak rüyanda görürsün, ama ben bunlara şu anda sahibim diyerek”
kardeşi ile dalga geçmiş.
Küçük
kardeş, kendisini küçük gören ağabeyine ders verircesine; “Ağabey, biliyor
musun, aslında ikimiz de rüya görüyoruz? Bir fark var; o da benim rüyam
gözlerimi açınca bitiyor, senin rüyan ise gözlerini kapatınca bitecek!”
Meşhur
tıpçı Falcon, son anlarını yaşarken çevresine toplanan meslektaşlarına hiç
unutamayacakları bir cümle söyler. “Ben sizlerden ayrılıyorum, ama ayrılmama
üzülmeyin. Size, yerime üç tane hekim bırakıyorum”
Meslektaşları
büyük bir heyecanla Falcon’un söyleyeceği isimleri duymak için Falcon’un
üzerine eğilirler.
Falcon:
“Su, hareket ve perhiz.” der.
Bir
arkadaşı Mark Twain’e heyecanlı heyecanlı bir olayı anlatıyor. Konuşması
bittikten sonra Mark Twain sordu: “Bütün bunlar anlattığın gibi mi?”
“Evet,
birebir aynı değilse bile, doğruya yakın sözcüklerle anlattım.” deyince,
Mark
Twain hafifçe gülümseyerek: “Doğruya yakın sözcükle doğru sözcük arasında büyük
fark vardır; ateş böceği ve ateş arasındaki fark kadar.”
Bir
terzi büyük bir zâta Peygamberimizin, “Allah-ü Teâlâ, günahkâr kulunun
tövbesini, canı gargaraya gelmeden kabul eder.” hadis-i şerifi hakkında ne
düşünüyorsunuz? der.
Büyük
zât, “Tövbeyi son zamana kadar bırakmak doğru değildir.”
Terzi,
“Niçin doğru değildir?
Mübarek
zât, “Ne işle uğraşıyorsun?
Terzi,
“Terziyim, elbise dikerim”
Mübarek
zât, “Terzilikte en kolay şey nedir?”
Terzi,
“Makasla kumaş kesmektir”
Mübarek
zât, “Kaç senedir bu işi yapıyorsun”
Terzi,
“Otuz beş senedir”
Mübarek
zât, “Canın gargaraya geldiğinde kumaş kesebilir misin?”
Terzi,
“Mümkün değil, kesemem”
Mübarek
zât, “Otuz beş senedir yaparak melekelik kazandığın bir işi, can gargarada,
iken yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o zaman nasıl yapacaksın? Bugün
iktidarın varken tövbe et. Şimdi tövbe edersen son nefeste de tövbe etmeyi
Cenab-ı Allah(c.c.) nasip eder.”
Vehbi
Koç, tropikal iklimde yaşayan küçük bir kurdun hikâyesini anlatıyor: “Kurt, Hindistan
cevizinin kabuğunu delerek içeriye girmiş. İçerisi mümbit olduğu için yedikçe
büyümüş; bir gün Hindistan cevizinin içinde yiyecek bir şey kalmamış. Kendi de
kocaman olmuş; sırtı Hindistan cevizinin kabuğuna dayanmış; kabuğu bir türlü
kıramazmış; yiyecek de kalmadığından başlamış zayıflamaya. Nihayet o kadar
küçülmüş ki, ilk açtığı delikten küçücük bir kurt olarak dışarı çıkmış.”
Hz.
Ömer(r.a.), Allah(c.c.)’tan çok korkuyordu. Başını Hz. Abbas’ın dizine koymuş,
“Dünyaya girdiğim gibi çıkarsam bunu cana minnet sayacağım” diyor. Yani sevap
sız ve günahsız bir çocuk gibi, ne kazancı, ne kaybı olmadan bu dünyadan
çıkarsam kendimi şanslı sayacağım diyor.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder